30 Ocak 2011 Pazar

AKP’NİN ÜÇ YILI

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarda üç yılı doldurdu. Parti, kendisine kısaca AK PARTİ denilmesini tercih ediyor. Bana sorarsanız nedeni, eski partilerinin meşhur “AK GÜNLER GELECEK, DERTLER sona erecek” söylemini çağrıştırması. Böylece eski seçmenlerine yeni partiniz benim, diyor. Demokrat Parti ile onun devamı ve türevi olan sağ partiler yıllarca seçmenlerin dini duyguları ile oynamayı çok sevdi. Demirel kürsülerde Kur’an ve Bayrak öpmeyi seçim taktiği olarak kullanmayı sürdürdü. Kuran Kursları ve İmam Hatip okullarının yayılması da oy almak için kullanılan politikalar olarak benimsendi. İmam Hatip Liselerinin yenilerini açamadıkları yıllarda, şubelerini açtılar. Örneğin, Konya İmam Hatip Lisesinin 1500 öğrencisi varsa, Konya İmam Hatip Lisesi Meram Şubesi olarak açılan okulun 2000 öğrencisi vardı. Sonunda dini söylemlere ağırlık veren ve kapatılan Refah Partisinden ayrılan politikacıların kurduğu AKP dini bir politik araç olarak kullanan ve aslında dinci olmayan sağ partilere “ Dur hemşerim, aslı varken taklide gerek yok “ diyerek siyasi arenada çoğunluğu ve iktidarı ele geçirdi. Artık ne DYP, ne ANAP ve de MHP’ nin dini duyguları okşayarak oy almaları mümkün değildir. Besledikleri kargalar gözlerini oymuştur, pek de güzel olmuştur.
Artık siyaset sahnesinde sağdaki ana parti AKP'dir. Diğerleri birleşip tek parti çatısı altında toplanırlarsa, ancak bu partiye küsenlerin oylarını alabilirler, bu da onları hiçbir zaman iktidara taşıyacak sayıda temsilci çıkarmaya yetmeyecektir. Olsa olsa, zorunlu bir koalisyonda küçük ortak olabilirler.
Gelelim Adalet ve Kalkınma partisinin üç yıllık performansına. Avrupa Birliği yolunda Kopenhag Kriterlerine uygun yasal değişikliklerin yapılabilmesi ve tarama sürecinin başlaması başarı hanesine yazılmıştır. Ancak bu başarıda parlamentodaki çoğunluk olmasının kolaylaştırıcılığı ve CHP nin olumlu katkılarının payı göz ardı edilmemelidir. Sıkı para ve maliye politikaları uygulamasıyla enflasyonun tek haneli rakamlara inmesini de başarıları arasında saymak gerekir. Ancak bu başarıda da seçim öncesi koalisyonun, özellikle bankacılık başta olmak üzere yaptıkları yapısal düzenlemeler, Merkez Bankasının özerkleştirilmesi ve Dünya Bankası ile IMF nin uygulanmasını zorunlu gösterdiği tedbirlerin payı oldukça büyüktür. Bu katkıların başarıyı küçültmeyeceğini de peşinen kabul etmek vicdan borcudur.
Özelleştirmelerdeki ulaşılan rakamlar da başarılar hanesinde sayılmalıdır. Ancak bu konuda bir kısım ekonomistler, petrol ofisi ve Telekom gibi ulusal sayılacak kuruluşların özelleştirilmesini tasvip etmiyorlar. Evin nafakasını kumarda harcadıktan sonra, evdeki halıyı, dolabı satan kumarbazlar gibi sonunda satılacak bir şey kalmadığında bütçe açıklarının nasıl kapatılacağının sorun olacağını söylüyorlar. Bu yıl 43 Milyar dolara ulaşan cari açık da eksiler hanesine yazılıyor ve endiler konusu oluyor.
Kadrolaşma harekâtı olanca hızıyla sürüyor. Zabıta memuru alacak olan bir belediyenin adayların İmam Hatip Lisesi mezunu olması şartı çok keskin bir örnek. Etkin olamadıkları üniversite rektörlerine karşı baskılar da zulüm boyutlarına ulaşmakta. İki, gün önce İstanbul B.şehir Belediyesinde insan hakları konusunda personelin bilgilendirilmesi amacıyla düzenlenen eğitim toplantısında ders veren ( ! ) kara çarşaflı avukat hanım herhalde çok kişinin gözünden kaçmış olabilir, ancak bir televizyon haberleriyle bu değişime uğrayıp gelişmiş AKP ‘nin görüntüsü Avrupa’ya kadar ulaştı. Başbakanın değişip değişmediği AB çevrelerinde konuşulur oldu.
Kadrolaşmada bilgisiz ve yetersiz bürokratların atanması, karar ve uygulama mevkilerinde bulunan ehliyetsiz ve yetersiz yöneticilerin de zamanı ve mali kaynakları sorumsuzca kullanması, zaten kıt olan kaynaklarımızın israfına yol açıyor. Ekonomide ihracata dayalı üretim artışının sonuna gelinmiş gibi görünüyor. İşsizlik azalmadı, emekçisi, esnafı, çiftçisi yaşamlarında iyiye gidiş değil, kötüye gidiş olduğunu söylemekteler. Tabii bakan düzeyinde kimi yöneticiliklerin yetersizlikleri kaprisleri ile birleşince, hızlı tren faciası gibi çok elim sonuçlara ve gümrüklerdeki rezaletler gibi skandallara da yol açıyor. Kimi zaman da hırsı yeteneğinden çok büyük olanlar, Futbol Federasyonu Başkanı seçimlerinde olduğu gibi golü kendi kalesine atıyor, ancak bu goller alkış almıyor, yalnızca dudaklarda alaycı gülümsemeler yaratmaktan ve olmayan itibarları tamamen silmekten öteye etki yaratamıyor.
Şimdilik özetle bardağın yarısı dolu, yarısı boş. Ancak AKP’ nin rakibi olabilecek güçte ne bir parti ne de bir hareket mevcut değil. Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça siyasi arenada da hareketlenme artacak, ancak şimdilik kendisi hariç, hiçbir gücün R.T.Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını önleyemeyecek olduğu da kesin bir gerçek.
Rahmetli İsmet İnönü’nün dediği gibi “bekleyecek ve göreceğiz.”

25 Ocak 2006
ADALET ÜZERİNE BİR ANALİZ DENEMESİ

Sakın Başlığa bakıp da yanlış yargıya varmayalım, değerli okurlar. Adalet, bağımsız ve demokratik bir devlet olmanın olmazsa olmaz ilk koşuludur. Mahkeme salonlarında yargıçların arka duvarında veya panosunda yazlı olan “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR “ sözündeki mülk kelimesi Devlet anlamındadır. Bazı yeni yetme zenginlerin malı mülkü değil. Denememiz alttaki verilerin incelenerek bir karara varmamızı sağlamaya yöneliktir. Başlayalım mı?

A. VERİLER
1. Başbakan Erdoğan Rektör Yücel Aşkın davası ile ilgili olarak YÖK Başkanı ve 77 rektörün yargıyı etkilemek suçu işlediğini söyleyerek suç duyurusunda bulundu.

2. Yeni yılın ilk ayının son günlerinde ajanslardan ulaşan şu haber gazetelerin ilk sayfalarında yer aldı : “Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Rektör Aşkın’ın tutuklanması ile ilgili açıklamaları nedeniyle YÖK Başkanı Teziç ve 77 Üniversite Rektörü hakkında yargıyı etkilemek suçundan soruşturma yapabilmek için Milli Eğitim Bakanlığı aracıyla YÖK’ten izin istedi.”

3. Cezaevinden çıktıktan sonra ilk kez YÖK’ü ziyaret eden Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof.Yücel Aşkın, “Erdoğan Teziç’in açıklamaları moral vermeye yönelikti, yargılamaya müdahale değildi” diye konuştu.

4. Vatan Gazetesi Başyazarı Güngör Mengi, 31 Ocak tarihli yazısında,” YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in soruşturma isteği yazısı kendilerine geldiğinde Kurul üyelerinden savcılık istemi doğrultusunda soruşturma izni verilmesini isteyeceğini, soruşturma safhasında da susma hakkını kullanarak söylediklerin in arkasında olduğunu ve adalete güvenlerini vurgulayacağını “ifade etti..

5. T.C. ANAYASASI MADDE 26. — Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar

6. Türk yargısının yapısının zayıf olduğunu öne sürmek gayriciddî ve sorumsuz bir yaklaşım olduğu kadar, bu yapıya nüfuz edilebildiğini iddia etmek de talihsiz bir beyandır. Bu beyanın sahibi somut delilleriyle derhal suç ihbarında bulunmak mecburiyetindedir.
Türk hâkim ve cumhuriyet savcılarının onurlarından ve vicdanlarından kimse kuşku duymamalıdır. Bu göreve layık olmayan bir hâkim ya da cumhuriyet savcısı saptandığında da gereğinin en sert şekilde yerine getirileceği bilinmelidir.
(Gürsel Kasım: Hâkim, Yargıtay Birinci Başkanlığı, Genel Sekreter Yardımcısının Radikal Gazetesine Gönderdiği açıklama )

B. İNCELEME VE TAHLİL
Başsavcılık Başbakan Erdoğan’ın suç duyurusu ile soruşturmaya başlamıştır. Acaba bir suçun kovuşturulması için Savcılığın suç duyurusu beklemesine gerek var mıdır? Elbette hayır. O zaman Başbakan adli bir makam olan Savcılığı etki altında bırakmış olabilir mi? YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, kendisi de hukuk profesörü olduğu halde bu işleri Başbakan Erdoğan kadar bilemiyor olabilir mi?Yargıtay Başkanlığı açıklamasında olduğu gibi yargıya nüfuz etmek kolay olmadığına göre rektörlerin açıklamaları ile tesir altında kalmayacağı açık olan Türk Yargısına karşı Sayın Başbakan haksızlık etmiş olmuyor mu?
C. SONUÇ
Gerek YÖK başkanı ve 77 rektörün beyan ve davranışları demokratik fikir ve ifade özgürlüğü sınırları içerisindedir. Yargının haklarında vereceği karar Kasımpaşa üslubuna inen bir şamar olacaktır. Çünkü Ankara’da hâkimler vardır. Hukuk uleması Rektör Erdoğandır, Başbakan Erdoğan değil. Ulema severlere önemle duyurulur. Başbakan bu defa boyundan büyük bir rakibe dalmıştır ve tuş olması da pek yakındır.

(31 Ocak 2006 )
BERABER YÜRÜDÜK BİZ BU YOLLARDA


Bir deli kuyuya taş kırk akıllı çıkaramazmış, ne kadar doğru söz. Zaten atasözlerinin güzelliği de her zaman 12 den vurmalarında. Yüzyılların deneyimlerinden süzülerek gelmişler.
Maliye Bakanı Unakıtan’ın nereye varacağını düşünmeden, bir parti liderinin bankada çok büyük miktarda parası olduğuna dair sarf ettiği sözler geldi mal varlığı tartışmalarına dayandı. Zaten toplum olarak başkalarının parasını, pulunu, kimin elinin kimin cebinde olduğunu konuşmaya, yazıp çizmeye çok meraklı bir halkımız var.
Başbakan Erdoğan “Malımın hesabını, beyanını yasalara göre veririm ama açıklayamam. Zaten bu çeşit bilgiler gizlidir” deyip tartışmadan sıyrılmayı denedi. Hatta daha ileri giderek İş Bankası ile ilgili Atatürk’ün vasiyeti konusunda CHP ye suçlamalarda bulundu.
Ancak, görünen o ki, malvarlığı konusu bir süre daha gündemi işgal edecek. Bu konuda CHP nin yasa teklifi de var. Bu tartışmalarda ilk defa şiirli, şarkılı atışmalar dudaklarımızda hoş gülümsemelere neden oldu. Son olarak Deniz Baykal Başbakana hitaben “Beraber yürüdük biz bu yollarda diyorsun, millet bu yolların hangi yollar olduğunu bilmek istiyor” diye sordu.”Unakıtan ile yollarını ayırmalısın” dedi.
Her ne kadar, yerel seçimlerde Antalya Büyükşehir Belediye Başkanlığı için CHP de başarı ile görev yapmış belediye başkan adaylarına rağmen, Demirel’in Adamı olarak bilinen bir valiyi aday göstererek, memleketindeki garanti seçimi kaybetmesine sebep olacak kadar dirayet gösterememiş de olsa, Deniz Baykal deneyimli ve usta siyaset adamıdır. Bu yolların hangi yollar olduğunu bilir de söylemez. Her neyse, onu da ben söyleyeyim de CHP ye o kadarlık kıyağımız olsun.
Türk Dil Kurumunun sözlüğünde “T” harfinin bulunduğu sayfaları açıyoruz. Tarik kelimesinin karşılığı yol olarak açıklanıyor. Tarikat kelimesi de bu kelimeden geliyor. Yollar anlamına gelen çoğul bir kelime. Kullanımına göre anlamı da, “Aynı dinin içinde tasavvufa dayanan ve bazı ilkelerle birbirinden ayrılan, Tanrı’ya ulaşma arzusuyla tutulan yollardan her biri; Mevlevi tarikatı, Bektaşi tarikatı gibi. Aynı sözlükte “N” harfine dönüyoruz, “Nakşibendî” kelimesinin karşılığında da “Nakşibendîlik tarikatından olan kimse “ açıklaması var. Nakşibendîliğin ne olduğunu açıklamak için bu köşe yetersiz kalır, isterseniz bu soruyu hepimizin adına gazeteci arkadaşlar yurtdışı gezilerinden fırsat bulursa Sayın Başbakana yöneltsinler. Beraber yürüdükleri yollar bu yollar da, kendileri konunun uzmanı sayılmalıdırlar.
Gelelim can alıcı soruya, Sayın Başbakan Maliye Bakanı ile yollarını ayırır mı? Hem evet, hem hayır. Tarikatta giriş var, çıkış yoktur. Bu yolda ayrılamazlar. Hükümette yollarını ayırabilir. Ne zaman? Beraberliklerinin siyaseten kendisine zarar verdiğine kanaat getirirse.

( 2 Kasım 2006 Hürses )
ROZETİNDEN TANIYORMUŞ
Mesut KELEK, 1982 Yılı mezunu, inşaat ve tarım sektöründe başarılı çalışmalara imza atmış olan bir genç kardeşimiz.1960 yılında Kayserinin Pınarbaşı İlçesinde doğan Mesut Kelek, ilk ve ortaokulu burada bitirdi.1987 de yatılı sınavlarına kazanarak okuduğu Haydarpaşa Lisesinden mezun oldu. Ortaokul yıllarındaki Edebiyat Öğretmeni Ahmet Cengiz “Senden iyi İş Müfettişi olur. Liseyi bitirince Siyasala git “dediği için üniversite giriş sınavlarında ilk sıralarda tercih ettiği S.B.F.yi kazanarak 1987–88 ders yılında girdiği İktisat ve Maliye Bölümünden 1982 de mezun oldu.

Müfettiş olmak için girdiği Mülkiyeyi bitirdikten sonra neden serbest meslek sahibi olmaya yöneldiğini sordum. Bundan sonraki hayat hikâyesini kendi ağzından dinleyelim:

“Öğrenciliğim sırasında Yukarı Ayrancıda 3 arkadaşımla bir evde kalıyorduk. Kamu hizmetine giren eski mezunlarımız maaşlarının düşüklüğünden şikâyet etmekteydiler. Müfettişlik sınavlarını kazansam da, bir aylık maaşımdan oturduğum kalitede bir evin kirasını ödedikten sonra elimde cüzi bir para kalacaktı. Memur olma fikrinden daha mezun olmadan vazgeçmiştim. Ailemizin Pınarbaşı’nda lokanta, benzinlik ve otelden oluşan bir işyeri vardı. Bu işin başına geçtim. 1986da askere gidinceye kadar burada çalıştım, bir anlamda ticari deneyim kazanmıştım. Asker dönüşü 1988 yılında benden bir yaş genç olan kardeşimle çatı, duvar ve yalıtım maddeleri üreten bir inşaat malzemesi firması kurduk. Malzeme sattığımız bir kooperatifin Antalya’da konut inşaatları vardı. Kooperatif bize inşaatlarının yapımını önerdi, kabul ederek müteahhitliğe başlamış olduk. Kısa zaman sonra imalathanemizi de Antalya’ya getirerek işimizi tamamen buraya taşımış olduk.

2000 yılındaki ekonomik kriz bizim tarım alanına yönelmemize neden oldu. İnşaat sektörü durunca ne iş yapalım diye araştırırken seracılığı denemeye karar verdik. Üç dekar bir yer kiralayıp köy tipi bir naylon örtülü sera tesisi kurduk ve domates üretimine başladık. Uygulamada köy tipi seranın ihraç amaçlı ürünler için yeterli ve ekonomik olmadığını gördük. Serik’te tarım amaçlı arazi satın alarak 2003 yılında 18 dekar kapalı alana sahip modern bir serada domates üretimine başladık.2005 de kapalı sera alanımızı 55 dekara
çıkardık. Ürettiğimiz domatesleri Hollanda’ya ihraç ediyoruz, oradan da çeşitli ülkelere satılmakta. Ekonomik krizin sona ermesinden sonra inşaat işimize de yeniden döndük. Kendi arsalarımız üzerinde konut inşaatları yaparak satmaktayız. Şimdi tarım ve inşaatçılık işlerini birlikte yürütmekteyiz. “

Mesut’un Mülkiye ile daha doğrusu Mülkiyelilik ile ilgili çok hoş bir anısı var. Henüz 26 yaşındadır ve inşaat malzemeleri üretip sattığı yıllardadır. Ankara’da büyük bir firmadan yüklü bir sipariş alırlar. Siparişin bedelinin senetle önceden ödenmesini istemektedir. Görüşmek için gittiği Ankara’daki firma sahibi ile konuşmaktadırlar. Ancak alıcı bir teminat olmadan tanımadığı bu gence yüksek miktarda olan senet vermekte tereddüt etmektedir. O sırada odaya giren ve yakasında MÜLKİYE ROZETİ olan bir kişi kendisini görünce hemen ona sarılarak “ Hoş geldin kardeşim, nasılsın?”deyince, alıcı bu kişiye “ Sen bu arkadaşı tanıyor musun ?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca da, tamam öyleyse mesele yok, diyerek senetlerini imzalar. İş bitince bu kişiyle birlikte yemeğe çıkarlar ve Mesut Kelek patronun mali müşaviri olduğunu öğrendiği Mülkiyeli ağabeyine,”Özür dilerim, nereden tanıştığımızı hatırlayamadım” deyince, aldığı cevabı ömrünün sonuna kadar unutamayacaktır.”NEREDEN OLACAK KARDEŞİM İKİMİZ DE MÜLKİYELİYİZ DE ONDAN”
Son olarak Mülkiyeli kardeşlerine bir mesajı olup olmadığını sordum. Kendi sözleriyle satırlarımı tamamlıyorum: Yıllar önce Ankara’daki bir Mülkiyeli ağabeyimden gördüğüm destek ve dayanışma beni çok etkiledi. Ben de elimden geldiği kadar benden daha genç veya daha kıdemli bütün mülkiyeli kardeşlerimle birlikte olmaya, destek olmaya ve gerektiğinde onların desteklerini almaya devam ediyorum. Mülkiyeliliğin bu emsalsiz dayanışmasının genç kardeşlerimize öğretilerek devamı için kıdemli Mülkiyelilerin örnek olmasını ve nice kuruluş yıldönümlerimizin bu sevgi ve kardeşlikle kutlanmasını temenni ediyorum.”
(27 Kasım 2005 ) 4 Aralık Mülkiye Bülteninde yayınlandı
ANTALYADAN İKİ MÜLKİYELİ PORTRESİ (1)

HEY KOCA MÜLKİYE. Dile kolay, bir buçuk asra yakın binlerce gence meşale olmuş, bilgi kaynağı, sevgi kaynağı, vatan hizmetine koşanların, aydınlığın, özgür düşüncenin ocağı olmuş bilim yuvası. Kuruluşunda yurt içinde ve yurt dışında görev yapacak olan kamu görevlilerini yetiştirmesi amaçlanmış. Ancak değişen ve gelişen şartlara hızla adapte olarak kamu hizmetinin yanı sıra, özel sektörde ya da serbest mesleklerde yönetim, ekonomi ve finans dallarında görev yapacak ehil ve bilgili elemanları da eğiterek yurt hizmetine sunmuş ve bu konuda da ülke ve dünya çapında haklı bir üne kavuşmuştur.
Bu yazımızda Mülkiyeyi bitirdikten sonra değişik dallarda görevler almış ve işlerinde başarılara ulaşmış iki Mülkiyeli ile yaptığım sohbetlerin bir bölümünü sizlerle paylaşmayı ve sizlere onları bazı yönleriyle tanıtmayı amaçladım.
MÜSTEŞAR OLAN BAKKAL ÇIRAĞI
Sohbetlerimizin ilk konuğu Antalya’da da Valilik görevi yapmış olan Emekli İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Saim Çotur oldu.1937 yılında Adapazarı’nda doğan Çotur, evli ve 3 çocuklu.3 de dünya tatlısı torunu var. Babası Sakarya Akyazı İlçesinde Müftü olan Saim Çotur İlkokulu burada okudu. İlçede ortaokul yoktu ve okulu bitirince aile bütçesine katkısı olsun diye 3 yıldan biraz fazla bir süre bakkal çıraklığı yaptı.1953 yılında ilçede ortaokul açılınca 16 yaşında ortaokula kaydoldu. Ortaokulu bitirince parasız yatılı sınavlarını kazanarak Haydarpaşa Lisesine girdi ve bu okulu derece ile bitirdi. Dilerseniz bundan sonrasını Sayın Çotur’un kendi ağzından dinleyelim:
“Liseyi bitirince okulların da tatil olmasıyla Akyazı’ya döndüm. Ortaokul yıllarımda yaz tatillerinde mahalli kurslara giderek Arap harfleriyle okumayı öğrenmiştim. Bir gün ilçenin ileri gelen kişilerinden bir gurup beni babamla birlikte görüşmeye çağırdılar. Doğrusu niye çağrıldığımı da çok merak etmiştim. Babama hitaben “Bak Müftü Bey, Saim oğlumuz Liseyi bitirdi, hem de derslerinde çok başarılı olduğunu duyduk. Bu delikanlıyı İlahiyat Fakültesine gönder. Zaten Arapça okumayı da biliyor. Fakülteyi bitirince senin yerine Müftü olur, baba mesleğini de sürdürür.”Babam ise onlara benim kaymakam olmamı arzu ettiğini söyleyerek bu dileklerini yerine getiremeyeceğimizi ifade etti. Ben de babamın bu arzusuna da uygun olarak Siyasal Bilgiler Fakültesinin sınavlarına girdim ve kazanarak kaydoldum. Giriş sınavlarında da başarılı olduğum için ilk 40 kişiye verilen burstan yararlanma hakkı kazanmış oldum ve Fakülteyi İçişleri Bakanlığı bursu ile okuyarak bitirdim. Doğrusu burslu olmasaydım babamın küçük memur maaşı ile üniversite masraflarını karşılaması da imkânsızdı.
Okulu bitirince Sakarya Maiyet memurluğuna atandım. Fakülte son sınıfında iken sınavına girip kazandığım bir bursla ve Bakanlıktan izin alarak Hukuk ve Siyasi İlimler doktorası yapmak üzere Kaymakamlık stajını yarıda keserek Avusturya Gratz Üniversitesine başladım. Ancak yaklaşık 8 ay sonra evli ve 3 çocuklu erkek kardeşimin beklenmedik vefatı üzerine ailemizin giderlerine de katkıda bulunmak zorunluluğu doğdu ve üniversiteyi bırakıp kaymakamlık stajıma geri döndüm.
Kaymakamlık kursu sonucu kura ile Elazığ’ın Ağın İlçesi Kaymakamlığına atandım. İlçede elektrik yok, lokanta yok, kışlar uzun ve soğuk, mahrumiyet diz boyu idi. Bir yıl görev yaptığım burada unutamayacağım bir anım var. Bir gün odamda çalışırken kapım çalındı ve içeri yerel giysileriyle başında çenesinin altından ağzına kadar dolanmış beyaz bir namazlık örtülü bir bayan girdi.”Kaymakam Bey, Kaymakam Bey. Sen bizim Kaymakamımız ve de babamızsın, aman bana bir çare” dedi. Dedim ”hele otur, de bakayım derdini”.”Benim kocam Almanya’ya gitti. İki mektubu geldi. Sonrası, paradan geçtim, ne mektup, ne bir haber. Çocuklarla kaldık aç, perişan. Çapa işi olursa gidiyorum ki bir kuru ekmek alayım. İş olmazsa ekmeği de veresiye almaktayım, fırıncı verirse.”Kocasının gönderdiği mektuptan adresini aldım. Kadının ağzından, işçinin Almanya’daki adresinin bulunduğu yerin Emniyet Müdürlüğüne hitaben Almanca bir mektup yazıp durumunu anlattım ve çocuklarına para göndermesi için uyarılmasını diledim. Cevabı gelince de bana getirmesini tembihledim.
Yaklaşık bir buçuk ay sonra kadıncağız elinde Almanya’dan gelen cevapla geldi. Okudum ve kendisine tercüme ettim. Özetle, kocası Almanya’daki ilk işinden ayrılıp başka bir yerde ve başka bir işe girmiş. Emniyet, mektubu buradaki meslektaşlarına aktarmış da kişiyi bulup memleketinde eşine ve çocuklarına para göndermesini ve her aybaşında da havale makbuzunu kendilerine getirmesini aksi halde iş akdini feshettireceklerini söylemişler. İlk olarak da 200 Mark göndertmişler. Kadın bir heyecanla Ziraat Bankasına gitti ve elinde bankadan aldığı parasıyla sevincini paylaşmaya ve teşekküre geldi. Doğusu benim manevi sevincim ondan çok daha fazlaydı.
Daha sonra Keban Kaymakamlığı ve askerlik görevimi takiben de sırasıyla Domaniç, Mazıdağı, Çerkezköy, Siverek Kaymakamlıkların da bulundum. Mayıs 1979 da İstanbul Vali Yardımcığına ve 3 yıl sonra Elazığ Valiliğine atandım. 1999 yılına kadar da Isparta, Zonguldak, Afyon ve Antalya Valilikleri yaparak kesintisiz 16 yıl eylemli Valilik görevinde kaldım.29 Eylül 1999 da İçişleri Bakanlığı müsteşarlığına tandım ve 17 Temmuz 2001 tarihinde kendi isteğimle emekliye ayrılarak kamu görevimi alnımın akıyla noktaladım.
Kendisine bunca yıl mesleğin her kademesinde görev yapmış kıdemli ve başarılı bir idareci olarak genç kardeşlerine mesajının ne olacağını sordum. İşte yanıtı;
“Sevgi her güzel şeyin temelidir. Meslek sevgisi, insan sevgisi ve Tanrı sevgisi birbirini bütünler. Kendi mesleğini, kendi insanını sevmeyen, sevemeyen kişinin başarıya ulaşamayacağını düşünüyorum. Ailemde yüksek tahsil yapan ilk kişiyim. Mesleğimin en alt kademesinden başlayarak en üst seviyesine kadar çıktım. Meslektaşlarım ya da başkaca tanıdıklarımdan kimseyi kıskanmadım. Özel hayatımda titrimi, mevkimi kullanmayı sevmedim ve çocuklarımın da bu yönde davranmaları için örnek olmaya özen gösterdim. Bazı arkadaşlarım nasıl olup da 16 yıl kesintisiz valilik görevinde kaldığımı sorarlar. Sanırım bunu oturduğum koltuktan kalkmaya korkmadığıma borçluyum.
Tevazünün Yaratanın en hoşuna gidecek insan davranışı olduğunu düşünürüm. Özetle, genç kardeşlerime tavsiyem ve önerim şudur: İşinizi, memleketinizi, insanlarımızı sevin ve kesinlikle mütevazı, olun. Başarının anahtarı budur.
Bunca güzel sözün üstüne ne denir? Başarılarının darısı tüm genç meslektaşlarımızın başına olsun.

( 27 Kasım 2005 ) 4 Aralık Antalya Mülkiye Bülteninde yayınlandı